Yeşilçam’ın göz dolduran jönü Ayhan Işık Kimdir ?
Ayhan, 05 Mayıs 1929’da sabah saatlerinde, İzmir’in Konak ilçesinde Karataş semtine bağlı Mithatpaşa Caddesi üzerinde bulunan iki katlı tarihi bir Rum evinde, altı çocuklu Selanik göçmeni Işıyan Ailesi’nin son çocuğu olarak dünyaya geldiğinde ailesi, ona ‘Ayhan Işıyan’ adını verdi.
Işıyan Ailesi, 1924’te Lozan Antlaşması’nın hemen ardından gerçekleşen Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesinde yerleşmişti İzmir’e. Ayhan, kendisini hep ‘Işıyan Ailesinin tekne kazıntısı’ olarak tanımladı. 1970’lerin sonuna doğru yazmaya başladığı ve hayata vedasından sonra tefrika edilen ‘Hayatım’adını verdiği hatıralarında çocukluğu için şöyle yazmıştı:
"Çocukluk günlerim bilinen yaramazlıklar ve onların sonuçları ile geçti. Annemi, hep telaşlandırmışımdır."
Ayhan, hayatına kazınan en büyük acıyı yaşadığında altı yaşında küçücük bir çocuktu. Babası Abdülkerim Bey’i kaybetmişti. Bundan sonra hafızasında tüm yaşamı boyunca babasıyla geçirdiği kısacık zamanın anılarını aradı. Onu yıllar sonra şöyle anlatıyordu:
"...Onunla ilgili olarak şimdi çok az şey hatırlıyorum. Ama en çok da kokusunu… Bazı geceler yanıma gelip bana sarılmasını, birlikte uyumamızı. Bir defasında balık tutmaya götürmüş, dönüşte de sırtına alıp merdivenleri çıkartmıştı. Hepsi bu... Hafızamı ona dair hep zorladım. Daha fazla şey hatırlayabilmek, hatırladıklarımı hiç unutmamak için..."
Bu büyük acı çocuk yüreğine çöreklenmişti. Bir yandan da hayat devam ediyordu. Ailenin babası kaybedilince yaşam daha da zorlaştı. Işıyan Ailesi, İstanbul’da eğitimi için İstanbul’a giden ağabey Mithat Özer’in yanına yerleşti. Ayhan’ın bir sonraki acı kaybı da üniversite zamanında, abisi Mithat Özer’in 38 yaşındayken hayata vedası oldu. Ayhan, şimdi babasının acısının yanına abisini de kazımıştı…
Okul hayatına İzmir’de başlayan Ayhan, ailesinin İstanbul’a taşınmasıyla ilkokulu Bomonti 44. Okul’da okudu. Abisini kaybettiklerinde Ayhan henüz 12’sindeydi. Abisi, onun için her zaman rol modeldi. Grafik Tasarımcı olan abisini, özellikle resim konusunda örnek alıyordu. Onun vefatının ardından henüz ortaokula giderken ailesine destek olmak için Bâb-ı Âli’de çalışmaya başladı. Çeşitli dergi ve gazetelerin hikâyelerinin ve kapaklarının resimlerini çiziyordu. Yaz tatillerinde de Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikası’nda kırık şişe kontrolörlüğü yapıyordu. Ve hala abisini örnek almaya devam ediyordu. Bir gün o da abisi gibi yüksek tahsil için Paris’e gitmeyi düşlüyordu…
İstanbul’a geldiği ilk zamanlar onun için ne kadar zor olsa da, çok güzel bir çevreye dahil olduğunda burada olmak çok daha kolaydı. Üstelik seviyordu da. Lisedeki okulunu bir röportajında şöyle özetliyordu:
“Mahir İz okul müdürü, Salah Birsel müdür muaviniydi, edebiyata Rıfat Ilgaz, beden eğitimine Vefalı Kör Galip, coğrafyaya Akbaba Celal geliyordu. Daha ne isteyebilirdim ki..."
Haksız değildi. Üstelik okuldan arkadaşları da senarist Safa Önal, ressam-karikatürist Semih Balcıoğlu ve karikatürist Ferruh Doğan’dı. Bu şansı akademide de devam etti. Ayhan, Güzel Sanatlar Akademisi’ne girdiğinde Resim Bölümü’nde ders aldığı isimlerden biri, Bedri Rahmi Eyüboğlu idi. Burada dönem arkadaşları ile amacı Doğu-Batı sentezini Türk resminde de yaratmak, Halk Sanatı Kaynaklarına Eğilmek olan, Renkçi ve Lekeci tekniğini kullanan On’lar Grubu’nda yer aldı. Grupta liseden beri dostları olan Semih Balcıoğlu ve Ferruh Doğan’ın yanı sıra dönem arkadaşları Altan Erbulak, Fikret Otyam, Turan Erol, Adnan Varınca, Nedim Günsur, Orhan Peker ve Remzi Raşa vardı.
Resimde empresyonizm akımının etkisinde çalışmalar üreten Ayhan, en çok Claude Monet’in tarzından etkileniyordu. Okul devam ederken bir yandan da yine çalışıyordu. Bir süre Bâb-ı Âli’de ressam olarak görev aldı.
İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’nden 1953’te mezun oldu…
Ayhan, Bâb-ı Âli’de çalışırken şansı bir anda bambaşka bir kapıdan aralandı. 1951’de Türkiye Yayınevi bir yarışma tertiplemişti. Yayınevinden Cemil Cahit Cem, Sezai Sollei ve Oğuz Özdeş, Ayhan’ı da bu yarışmaya katılması için ikna etmeyi geçmiş, artık ısrar ediyorlardı. Bir röportajında şu cümleyi kurmuştu:
“Bu mesleğe arzularım hilâfına adeta zorla itildim…”
Ayhan ikna olmuş ya da dediği gibi zorla itilmişti. Nihayetinde Sezai Solelli, Yıldız Mecmuasına Ayhan’ın da fotoğraflarını ekledi. Yine vazgeçmesin diye yarışmanın yapıldığı stüdyoya giderken de eşlik etti. Jüri Ayhan Işık ve Belgin Doruk’u seçti. Hayatı bambaşka olacaktı ve Ayhan bunu yıllar sonra şöyle özetliyordu:
“Bütün bu hayatımı Sezai Solelli’ye borçluyum. O olmasaydı, Bâb-ı Âli’de yırtık pabuçla dolaşan ressam olmasam bile resmi bırakmayacak, bugünkü halimi görmeyecektim. Niyetim Sururi gibi Amerika’ya gitmekti. Orada ressamlık yaparak geçinmeyi aklıma koymuştum. Fakat bir gün…”
Yarışmadan sonrası çok hızlıydı. Ancak ilk iş soyadını ‘Işık’ olarak değiştirdi. Sinemada Ayhan Işık olarak var olacaktı. Jüri gibi oradaki herkesin dikkatindeydi Ayhan. Aynı yıl İpek Film, ‘Yavuz Sultan Selim’ adlı filmde ‘Karabulut Hasan’karakterini teklif etti. Filmdeki en uzun roldü ve filmde Nedret Güvenç, Ayla Karaca, Gülistan Güzey, Orhon Arıburnu, Gülderen Ece gibi isimler vardı. Eski ve en tanınmış artistlerin 2 bin lira aldığı bu dönemde Ayhan’a, bin 5 yüz lira verdiler. Verdiği röportajda bu günleri anlatırken şunun özellikle altını çiziyordu:
“Ama ben “aldım, yaptım” gibi kelimelerden hoşlanmam, ‘Verdiler, yaptırdılar’ diye yazalım…”
Ve ardından ‘Kanun Namına’ geldi. Bu iş de yine Sezai Solelli’nin vesilesiyle olmuştu. Kemal Film’in sahibi Osman Fahir Seden ile tanıştırdı onu. Bin 8 yüz liraya bir anlaşma imzaladılar. 1952’de Ayhan Işık, Kemal filmin himayesine girdi. Aslında burada bir kırılma noktası vardı…
Seden’in yapımcılığını üstlendiği Kanun Namına’nın yönetmen koltuğunda dönemin önemli isimlerinden Lütfi Akad oturuyordu. Seden, öngörüde bulunarak Ayhan ile Hollywood’daki gibi uzun soluklu bir anlaşma yapmıştı. Büyük bir yatırımdı bu ve çekimlerin ilk günlerinde Akad, Ayhan’ın oyunculuğundan memnun değildi. Öyle ki işine son verilmesi dahi düşünüldü. Seden bu durumu şöyle anlatıyordu:
“Filmin çekimine (yıl 1952) Büyükada Dilburnu’nda başladık. Ertesi gün gene orada çalışılacaktı. Hepimizin gözü Ayhan Işık’ın üstündeydi ve ne yazık ki Ayhan Işık son derece başarısızdı. Üçüncü gün adadan dönerken Lütfi, kameraman Enver Burçkin ve ben, vapurun yan tarafında oturduk. Üçümüzün de ağzını bıçak açmıyordu. Ayhan Işık bekleneni vermekten çok uzaktı. ‘Ne yapacağız?’ diye sordum. Lütfi’de tıs yok. ‘Değiştirelim mi, filmi paydos edip yeni birini mi alalım o role?’ ‘Bilmem’ dedi. Kısa aralıklarla hep sorular sordum, hiçbir net cevap vermeye yanaşmadı. Özür dileyerek Ayhan Işık’tan vazgeçip, iki gündür çekilen sahneleri baştan çekmeye karar vermek üzereydik ki, o ana kadar konuşmamıza hiç katılmamış olan Enver Burçkin, ‘O’na son bir şans tanıyalım,’ dedi. Üç gün daha beklememizi tavsiye etti, bu müddet zarfında Ayhan’da bir gelişme olursa (ona Lütfi karar verecekti) onunla filme devam edecektik. Lütfi bu fikri hemen kabul etti… ‘O’na son bir şans daha tanıyalım’ dedi. Üç gün devamlı çalışmalara gittim… Sanki Ayhan’a sihirli bir değnek değmiş gibi birkaç gün sonra Ayhan açılmaya başladı. Bir akşam paydostan sonra Enver de Lütfi de ‘Başaracak’ dediler. Ben de aynı fikirdeydim.”
Akad, beğenilmeyen o kısımları görüntülerin arızalı olduğunu söyleyerek yeniden çekmişti. Ve Türk sinemasına Ayhan Işık asıl böyle bir sınavdan geçerek giriş yapmıştı. Bu filmden sonrası çok daha hızlı aktı. Öyle ünlenmişti ki, günden 2 yüz hayran mektubu alıyordu…
Ardından pek çok film geldi: ‘İngiliz Kemal’, ‘Kanlı Para’, ‘Vahşi Arzu’, ‘Öldüren Şehir’, ‘Katil’, ‘Şimal Yıldızı’, ‘Vahşi Bir Kız Sevdim’...
Ayhan, 1955’te askerlik vazifesi için Ankara’ya gitti. Yedek subay olarak aldığı görevin bitiminde İstanbul’a döndü. Ve yine hemen filmler başladı: ‘İntikam Alevi’, ‘Bir Avuç Toprak’, ‘Beraber Ölelim’, ‘Meçhul Kahramanlar’… Son filmde attan düşmüştü. İki elinin de bileği kırıldı. Aylar süren bir tedavinin ardından iyileşmişti. Ve sonra Amerika gezisi başladı. Sinema sanayisini yerinde görmek için Ekim 1958’de çıktığı bu yolculuktan Mayıs 1959’da döndü.
Bir röportajında bu geziyi ve kabullenmek istemediği üzüntüsünü şöyle anlatıyordu:
“Oraya, benden evvel gidenler gibi “çalışmak” için değil, “gezmek” için gittimdi. Fox patronlarından Skuras ile görüştüm. Sonunda vardığım kanaat şu oldu: bizim İngilizce konuşmamızda belli bir aksanımız yok. Meselâ bir Fransız aktörünün İngilizce konuşmasını dinlemek için filme giden, bunu çekici bulan seyirciler var. Fakat bir Türk aktörünün İngilizce konuşmasını kimse istemiyor. Çünkü önce yerli filmlerimizin bizi dünyaya tanıtması gerekiyor. Bir Rossano Brazzi, daha Amerika’ya gitmeden dünyaca tanınıyor. Bizim için öyle bir şey yok. Eğer filmlerimiz dünya pazarlarına çıksaydı, bizi tanısalardı, filmlerinde oynamak üzere davet ederlerdi. Hollywood’da çalışmak bizim için bir “aksan” meselesidir. Orada bir “Türk aksanı” tanınmamış. Bizim İngilizce konuşmamızın bir cazibesi yok oranın halkı için. Skuras (bir Yunanlıdır, aslında) benimle çok samimi konuştu: “Bizim milletle sizin milletin aktörleri burada iş yapamaz” dedi. Dünyanın en büyük, en yakışıklı aktörü olsanız orada film çevirmeye imkân yok. Çünkü dünya bizi tanımıyor. Önce tanıyacak, ondan sonra davet edecek. Son yıllarda film yapımı da azalmış, sinemanın yerini televizyon almış. Filmlerde hep dünyaca tanınmış büyük isimler var. Memleketimize son gelen filmlere bakın hepsi dünyanın her tarafında tanınmış, eski artistlerdir. Onların aksanıyla İngilizce konuşmamıza imkân yok. Yabancı olduğumuz hemen belli olur. Zaten kendi vatandaşları arasında sıra bekleyen o kadar çok artist var ki… Skuras beni kabul ettiği zaman üzerimde çok sıkı bir elbise vardı, İngiliz kumaşından. Sonra bir gömlek vardı, Amerika’da öyle gömlekler yok. Pırıl pırıl kardeşim (Burada eliyle tarif ettiği gömleği, dudaklarını ezerek de bu tarifi tamamladı) Orada naylon, filan; ama böylesi değil. Çakı gibiydim Skuras’ın karşısına çıktığım zaman. Herifler sinema sanayinin kralı kardeşim kralı! Benimle konuştu, anlattı (İngilizce anlatmış olacak). Neticede anladım ki… Ha, stüdyolarda çok gezdim, sabahtan akşama kadar John Wayne’in stüdyoda çalışmasını takip ettim bir gün. Hepsini gezdirdiler, izahat verdiler.”
Amerika’da her şeyi detayıyla gözlemlemişti. Türkiye’ye döndüğünde setteki bir oyuncunun disiplini konusunda daha da ilkeli bir yaklaşıma büründü. Birçok oyuncu ve yapımcıya örnek oluyordu…
Ayhan, 1952’de Seden ile yaptığı anlaşmadan bin 8 yüz lira alırken, 1963’e gelindiğinde yine aynı yapımcıdan film başına yetmiş bin kazanıyordu. Elizabeth Taylor ise aynı yıl ‘Cleopatra’dan 1 milyon dolar ve artı hasılattan yüzde 10 almıştı.
Ayhan Işık, uçurum yaratan bu gelir farkını aşmanın tek yolunun insanların ve beyazperdenin oluğu her yerde filmlerine pazar bulmak olduğunu anlamıştı. Bunun için dünyayı karış karış gezmeye karar verdi. İtalyan yapımcılarla gittiği İran seferi bunlardan sadece biriydi. Çok yoğun çalışsa da, emeğinin ve nihayetinde gönül verdiği sinemanın peşinden koşuyordu. Bu bazen fiziksel olarak koşmak anlamına da gelebiliyordu…
Ülkesinde ise parlak bir başarının sahibiydi. Türkiye sınırları içinde film başına en yüksek ücreti o alıyordu. Ayhan Işık’ın başarısının sırrını yapımcısı Seden, Ses Dergisi’ne şöyle açıklamıştı:
“Aynı değerde bir başka aktör olmadığı için. Ayhan’ı hiçbir prodüktör öldüremedi. Yani yıpratamadı. Halkın sevgisiyle prodüktörün sempatisini at başı yürütüyor. Birinci olmanın sırrını ve yaratıcının verdiklerini korumasını biliyor. Bir kere ‘erkek tipli’ yaratılmış. Sonra içki, kadın, kumar, sefahat alemleri gibi sinema dışı ve şöhret düşmanı hiçbir ters hareket yapmıyor. Vücuduna bakmasını biliyor. Bu yüzden de sinema seyircisi bu parayı fazlasıyla ona, dolayısıyla bize ödüyor, ödeyecek de.”
Ayhan Işık’ın anlatımıyla
Ayhan Işık, tıpkı yapımcısının başarısı konusundaki yanıtı gibi kendinden emindi. Verdiği bir röportajda kimilerinin bir yılda kaç film çektiğini görürken kendisinin 10 yılda 20 film çekmesinin az olup olmadığı sorusuna şu yanıtı vermişti:
“Hah, işte bu soru çok mühim. Çünkü senaryoları seçiyorum. Her rolü kabul edip, para alacağım diye oynamıyorum. Ben mesleğimi gayet ciddiye alıyorum. Bir eğlence diye kabul etmiyorum. Kendi sağlığıma bakarım, her sabah kültür fizik yaparım, yüzerim, sporu hiç eksik etmem. İçki içmem, kumar oynamam, bohem hayat yaşamam. Ertesi günü filmim olduğu zaman yorgun yüzlü görünmemek için saat 8 de yatarım. Kadın, kumar, içki, sefahat gibi insanı yıpratan iptilâlarım, tiryakiliklerim yok. Özel hayatıma dikkat ederim. Herhangi tanınmamış bir insanın yapabileceği hareketler bizim için dedikodu olur, aleyhimize sonuç verir. “Sokaktaki adam” ne isterse yapabilir; fakat biz yapamayız, zaten yapmamalıyız. Az, fakat öz film çeviriyorum. Başkasının on filmde alacağı ücreti iki filmde alıp kaliteli, unutulmaz, iyi filmler yapmak daha iyi değil mi? Kendimi birbirine zıt rollerde harcamak istemem. Efemine, tipime gitmeyen, pasif rolleri kabul edersem seyirci üzerindeki sempatimi kaybederim. Bir sinema seyircisi bir artistten bıkmamalı. Bunun için yılda 7-8 film çevirenler çabuk “aşınır”, çabuk “harcanır”lar. Ben vücudumu zinde tutarak 40-50 yaşımda da sinemada oynamak kararındayım. Gary Cooper, Clark Gable, Gary Grant hep böyle yapıyor.”
Taçsız Kral Ayhan Işık
Ayhan Işık, 1960’lı yılların başında Vedat Türkeli’nin yazdığı ‘Otobüs Yolcuları’ adlı film ile Yeşilçam’a dönüş yapmıştı. Ardından yine Vedat Türkali’nin Orhan Kemal’in bir romanından senaryolaştırdığı, Lütfi Akad ile son çalışması olacak ‘Üç Tekerlekli Bisiklet’te oynadı.
1961’de ise, Belgin Doruk ile başrolleri paylaştığı 1970’te son bulacak altı filmden oluşan ‘Küçük Hanımefendi’ serisi başladı. Göksel Arsoy’un tutmaz diye kabul etmediği bu rol, Ayhan Işık’a ‘Taçsız Kral’ unvanını getirdi.
Seri, sinema seyircisinin en sevdiği filmler listesindeydi. Ayrıca bu filmin Ayhan Işık için en büyük kazancı bir güzel dostluktu. Rol arkadaşı Sadri Alışık ile mezara gitsen de bitmeyecek bir dostluğu paylaştılar. Ve Işık, en iyi oyunculuk performansını sergiliyordu. Yönetmen Lütfi Akad, bu konuda şunları söylemişti:
“Ayhan Işık Kanun Namına’da gerek ondan sonraki filmlerinde başarısızdı. Gerçi şurada bir düzeltme yapmam gerekir ki, Ayhan Işık hiçbir filmde oynamadı diyemeyiz. Ayhan, yalnızca tatlı, güzel, hafif, duygusal, komedi filmlerinde çok güzel oynadı. Belgin Doruk’la birlikte oynadığı güldürüye yaklaşan tarzı ona çok yakışıyordu. Tipi ve yüz mimikleri o tarza daha uygundu. Ayhan seyirciden işte bu filmlerinde daha çok karşılık bulmuştur.”
Belgin Doruk ise rol arkadaşı Taçsız Kral için şunları söylüyordu:
“Yaşam boyu onunla benzer kaderi paylaştık. Daha ilk günden itibaren hep sıkı dost olduk… Konuşmadan anlaştık, aynı şeylere gülüp, aynı şeylere üzüldük. Bunlar tümüyle arkadaşlıktı. Öyle sanıldığı gibi ya da bana sık sık sorulduğu gibi aramızda asla bir duygusal yakınlığımız olmadı. Biz gerçekten kardeş gibiydik.”
Genç kızlar, yetişkin kadınlar Ayhan Işık’a adeta aşıktı. Özellikle Türkan Şoray ile oynadığı filmler, ona ciddi bir kadın hayran kitlesi kazandırmıştı. Erkekler de, onun gibi görünmek istiyordu…
Bir röportajında evlenmek istediği kadını şöyle tanımlamıştı Ayhan Işık:
“Güzellik lâzım; ama eşimin güzellikten önce kültür, zekâ, anlayış, incelik bakımından bana uyması, mesleğimin icaplarını yerine getirmek gerekince kıskanmaması, ev kadını olması şarttır. Salon kadını istemiyorum. Faziletli, yüksek ahlâklı ev kadını olmalı.”
Ve Ayhan Işık, 1963’te Gülşen Işık ile evlendi. Bu evlilik, kadın hayranlarını hüsrana uğratmıştı. Ve onlara Serap adını verdikleri bir kız evlat getirdi.
Sahnede, plaklarda ve yetenekleri ile Ayhan Işık
Ayhan Işık, on parmağında on marifet yönü ile dikkat çekiyordu. 70’lerde Yeşilçam yıldızlarının sahneye çıkması, plak doldurması oldukça modaydı. Ve nihayet Ayhan Işık da bu modaya uydu. Her şeyi usulüne göre yapmak isteyen Işık, Münir Nurettin Selçuk’tan bir süre ders aldı ve Klasik Türk Müziği dalında sahnelerde boy gösterdi. Başarılıydı…
Sahnedeki performansı ve 45’likleri ile göz dolduran Ayhan Işık, pek çok alanda yeteneklerini sergileme fırsatı bulmuştu. Sinemada da dram, romantik, komedi, macera ve daha pek çok tarzda dikkat çeken filmler yapan Işık, 150’ye varan filmde rol aldı. 1975’ten itibaren de Türk sinemasına katkısını yapımcı, yönetmen ve senarist olarak sundu. Bu yıllarda İtalyan yapımcılar ile de çalıştı. Başrolünü ‘Klaus Kinski’ ile paylaştığo ‘La Mano Che Nutre La Morte’ ve ‘Le Amanti del Mostro’ filmlerinde yer aldı. Bu filmler İtalya’da ve Avrupa’nın bazı ülkelerinde vizyona girerken Türkiye'de hiç yayınlanmadı…
Ayhan, tanıdığımız Ayhan Işık’a dönüşmeden öncesinde bir ressam olmanın hayalini kuruyor ve bunun üzerine eğitim alıyordu. Henüz sinemayla tanışmadan önce dönemin bazı çocuk dergilerinde, Türkiye Yayınevi’nin çıkardığı pek çok yayına karikatürler ve çizgi romanlar çiziyordu. Profesyonel adımlardı bunlar…
Düşlerini süsleyen asıl iş ise, Amerika’ya yerleşip otomobil tasarımları çizmekti. Ancak o, 1950’lerden itibaren Yeni İstanbul Gazetesi’nde günlerce çizgi roman tefrikaları halinde yayımlanan birtakım aşk romanlarını hem yazdı, hem resimledi. Bu romanlardan biri 1966’da yine aynı gazete tarafından derlenip bir albüm haline getirildi ve ‘Aşka İnanmıyorum’ adı ile kapağında Ayhan Işık’ın fotoğrafı bulunan bir çizgi roman olarak yayımlandı…
Elbette kapaktaki fotoğrafın romanın içeriği ile bir ilgisi yoktu; ama konu da bu değildi. O artık Ayhan Işık’tı…
Ayhan Işık, 13 Haziran 1979’da sabaha karşı Selimpaşa Kıyıkent’teki yazlığında şiddetli baş ağrısı ve kusma nöbeti ile uyanmıştı. O sıralarda doktor olan kayınbiraderi de onlara uğramıştı. Durumunun iyi olmadığını fark etmesi üzerine bir kliniğe kaldırılan Taçsız Kral’a, anevrizma rüptürü sonucu beyin kanaması teşhisi kondu. Sahilde güneşlenirken güneş çarpması sonucu bunların yaşandığı üzerine çok konuşuldu.
Ayhan Işık, üç günlük komanın sonunda 16 Haziran’da hayata veda etti. Cenazesi, Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedildi…
Sinema yazarı ve tarihçisi Agah Özgüç, Yeşilçam ile ilgili gerçekleri kaleme aldığı ikinci kitabı, ‘Türk Sinemasının Marjinalleri ve Orijinalleri 2’de, Sadri Alışık, Ayhan Işık’ın ölümünü şöyle anlatıyordu:
"Ayhan yazlıkta (Kumburgaz), cumartesi gecesi arkadaşlarıyla yemek yedikten sonra eve gelmiş. Biraz kiraz yedikten sonra uyumuş. Sabaha karşı, büyük bir kusmayla uyanmış. Ayhan'ın bu durumu karşısında şaşırmışlar. Bebek'teki bir eczaneye telefon açmışlar. Eczacı da atlayıp Kumburgaz'a gitmiş. Mideyi teskin edici bir iğne yapmış Ayhan'a. Fakat sonradan söylendiğine bakılırsa, o iğne tansiyon yükseltirmiş. Tansiyon da yükselince Ayhan'da konuşma ve yürüme zorluğu başlamış. Sonra da kliniğe yatırılmış."
Ve o dönem basında yer alan’Ggüneş altında viski içti, beyin kanaması geçirdi.’ iddiaları için de şöyle diyordu:
"Ayhan, öyle bilinçsizce güneşin altında yatıp komaya girecek adam değildi. Buna imkan ve ihtimal yoktur."
Ölümsüz dostluk
Evet, elbette Ayhan Işık ve Sadri Alışık’tan bahsediyorum. Belki bizim yaşımız elvermiyor; ama eminim dönemine şahit olmuşların burun direkleri daha çok sızlıyordur. Onlar filmlerde enfes bir ikili oldular. Ancak sadece filmlerde değil, gerçek hayatta da bu değişmedi. Dosttan öte kardeş oldular. İkisi de gerçek aşkın yanında, gerçek dostluğu da bulacak kadar şanslı olmuştu şu hayatta…
Ayhan ve Sadri, 1951’de, bir film setinde tanıştılar. Sadri 26, Ayhan ise, 22 yaşındaydı. Bu genç iki delikanlı, tanıştıkları andan itibaren dostluklarını başlattılar ve bir daha hiç kopmadılar. Hayatın acı gerçeği ölüm vardı elbet. Ama gerçekten de ölüm hasıl olana dek, birbirlerinin kalbini kıracak her hareketten, her kopuştan sakındılar. Hep göz önünde, hep dildelerdi ve parmakla gösteriliyorlardı.
Bir yandan da 70’ler basının magazin gündemindelerdi. Bu dostluk, sadece gıpta uyandırmıyor, aynı zamanda şaşkınlık da yaratıyordu. Ancak onlar formülü ailecek kenetlenmekte bulmuşlardı. Çünkü eşler Gülşen ve Çolpan bu enfes dostluğun bir parçasıydılar. Bu dostluğun sırrı sorulduğunda dördünün ortak açıklaması, aslında gayet net bir cevaptı: "Bütün mesele dostluk denen kavramın bilincine varabilmek ve onun önemini kavrayabilmektir."
Dile kolay, tam 10 filmde birliktelerdi ve onlar hiç çıkarsız yürüdüler bu yolda. Sevgilerinin yanında saygıları hiç bozulmadı. Bu dostluk, aslında belki de böyle böyle pekişti. Özellikle 1961’de başlayan (1961-1962) ve altı film sürecek ‘Küçük Hanımefendi’ serisinin dördünde bir arada olmaları en özeliydi. Ayhan Işık ve Belgin Doruk’un başrolleri paylaştığı bu filmde, yakışıklı jönün zengin arkadaşı Bülent karakteriyle beyazperdedeydi Sadri de.
Bu benzeri az rastlanır dostluk, 28 yıl sürdü. Çünkü Ayhan Işık, 16 Haziran 1979’da, 50’sinde ardında yüzlerce film yanında bir de kederli bir dost bırakmıştı. Sadri Alışık da çok değil bir ay önce, 15 Mayıs’ta feci bir trafik kazası geçirmişti. İşte o zaman 48 saat dostunun başucunda bekleyişini gözleri yaşlı anımsatırken Sadri, “Biz de onun başucunda bekledik” cümlesini tamamlamaya bile gücü yetmeyecekti. Çünkü nafile, beklediği uyanmıyordu.
Sadri, şu feci kazanın ardından yüzünde pek çok yara izi vardı. Bunlardan ameliyat olacaktı. Doktoru, “Elimiz değmişken yüzünüzdeki kırışıklıkları da düzeltelim” diye teklif ettiğinde, “Aman doktor, sakın ha! Ben onlara bir ömür verdim!” diye cevaplamıştı. O çizgilerde sevdiği herkes, Ayhan Işık da vardı…
Onun yokluğunu içine hiç kabullendiremedi ki Sadri. Nasıl vefalıydı… Eşi Çolpan İlhan, çok sonra, Sadri Alışık’ın da ölümünden sonra, yaptığı bir açıklamada, dostunun ölümünün Sadri’yi çok sarstığını, ömründen en az 10 yıl alıp götürdüğünü paylaşacaktı. Ayhan Işık’ın onlarca resmini çizip, sonra da kâğıtları evin içinde uçuruyordu. Belki de katlanan özlemini böyle bastırıyordu. Ama galiba en zoru Ayhan Işıksız bir yeni yıla girmekti. Onun ardından her yılbaşında Ayhan Işık’ın mezarı önüne gidip, farı mezarın üzerine tutuyordu. Böyle zamanları büyük bir suskunluk içeriyordu. Aslında dostunun ardından genel bir sessizliğe de bürünmüştü.
Bir de mektup yazmıştı. Dostunun vakitsiz ayrılığı üzerine şunları söylüyordu Sadri Alışık:
"Bugün Neriman’ın sana saksı getirdiği gündü. Akşama kadar, taşını, selvini, çiçeğini yeniden düzenledik. Nedense Amerika’dan döndüğün günü anımsadım. Ama o gün meğerse, seninle başka bir şeyleri düzenliyormuşuz fark etmeden. Harbiye civarında bir bardı. Votkanı ayaklı bardakta içmek için garsonları uyardın. Dostça, sonra dostluk üzerine konuştuğun bir süre. Bir süre de… Dostluk etmişiz böylece. Süre dediğim de ömrünmüş bak sadece… İyi geceler… Örtünmeyi unutma, üşütürsün”.
Benzer Haberler
Alparslan: Büyük Selçuklunun Akça Hatun'u kimdir?
Arka Sokaklar'ın Hüsnü'sü Özgür Ozan'ın eşini görenler şaşırdı
Roman ve Öykünün Unutulmaz ismi "Adalet Ağaoğlu"
Sanatın büyülü eli: Abidin Dino
Hafızalarımızda silinmez izler bırakan rollerin oyuncusu Erdal Tosun...
Yeşilçam'ın Unutulmaz Karakteri Turist Ömer 'Sadri Alışık'
Eşkıya Filminin Cumali'si: Uğur Yücel Kimdir?
Yeşilçam’ın göz dolduran jönü Ayhan Işık Kimdir ?